30 Eylül 2012 Pazar

Richter ve Tactile Deney

Deney No - 145
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Hans Richter

Renk: İç kanama.
Koku: Dikdörtgen.
Dokunsal: İçi deniz kestanesi ile doldurulmuş bir yastıkta öğle uykusuna dalmak.
İşitsel: Çocuk nefesi ile dönen yel değirmeni.
Tat: Kestane kurdu.

28 Eylül 2012 Cuma

Herz ve Tactile Deney

Deney No - 144
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Juraj Herz

Renk: Fotosentez.
Koku: Genç rahibelerin ayak havlusu.
Dokunsal: Çırılçıplak bir kadına bakarak ağırlık çalışmak.
İşitsel: Cellat çeşmesi.
Tat: Lahana dolması. 

Grillet ve Tactile Deney

Deney No - 143
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Alain Robbe-Grillet

Renk: Karamela sepeti.
Koku: Sperm bankası.
Dokunsal: Anüse itilen fitil.
İşitsel: Kırmızı telefon.
Tat: Kargo poşeti.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Sacher-Masoch ve Tactile Deney

Deney No - 142
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Leopold von Sacher-Masoch

Renk: Hizmetkar fosili. 
Koku: Baskülde kalmış ayak izi.
Dokunsal: Çocuk tabutunda iki büklüm uyuyakalmak.
İşitsel: Meydan dayağı.
Tat: Kırık kaşağı. 

Mendel ve Tactile Deney

Deney No - 141
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Gregor Mendel

Renk: Ramazan davulu.
Koku: Günah çıkarma odası.
Dokunsal: Meme uçlarına posta damgası basmak.
İşitsel: Neyzen Salih Dede'nin Güldeste Saz Semaisi.
Tat: Paşa çayı.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Hayal Kırıklığı Yaratan Öncelikli Filmler

Bir duygu durumundan başka bir duygu durumuna geçişte arzunun 'özgül' ağırlığını yitirerek ruhsal boyutta bir kara deliğe dönüşmesi ile ışığın, saydam bir ortamdan başka bir saydam ortama geçişte kırılarak doğrultu değiştirmesi arasında bir benzerlik var. Hayal kırıklığı ve ışığın kırılması arasındaki bu analojik benzerliği fantazmatik bir ışık oyunu olarak kabul edebileceğimiz sinema üzerinden yorumladığımızda ise bir başka sonuç ile karşı karşıya kalıyoruz. Öyle ki sinema perdesini 'saydam' bir ortam olarak kabul edersek, projeksiyon cihazından yansıyan ışığın zihnin hangi düzeyinde kırılarak izleyicide onarılmaz bir hayal kırıklığı yarattığı meselesi daha ilginç bir hale geliyor. Işık hızına erişerek zamanı durduran ve pozlandığı fotoğraf karelerine parçalanarak stabil hale gelen bir film, hangi noktada doğrultu değiştirerek hayal kırıklığına dönüşür?  Hiç de esnek olmayan kendi zihnimi model aldığımda bu sorunun yanıtı olabilecek öncelikli birkaç film geliyor aklıma! 

The Rainbow Thief, 1990 - Alejandro Jodorowsky 
Sinemasına inandığınız bir yönetmen tarafından hiç de ilginizi çekmeyen bir filmle aldatılmış olmak, o yönetmenle aranıza yerleştirdiğiniz aynanın ayarını da değiştiriyor şüphesiz. Öyle ki kolektif bilinçdışı argümanları simya, ezoteri ve mistisizm ile bütünleştirerek sinemada irrasyonel bir 'metafizik imgelem' ağı yaratan Jodorowsky'nin ışığı, bu ısmarlama filmle birlikte kırılarak büyük ölçüde yön değiştirmiştir. Aynı zamanda izleyici cephesinde yaşanan hayal kırıklığının da nedeni olan bu değişim, hiç şüphe yok ki filmin kalemi olan Berta Domínguez'in beceriksizliği ile yakından ilgilidir. Zorlama bir 'yeraltı' masalı olan 'The Rainbow Thief', aynı zamanda Jodorowsky'nin son filmidir. 
Vivement Dimanche, 1983 - François Truffaut 
Yeni dalga sinemasının üç önemli ucundan biri olarak kabul edebileceğimiz Truffaut'nun son dönem çalışmalarından olan film, sıfat olarak hiç değer vermediğim ancak nedense bu filme yakıştığını düşündüğüm 'samimiyetsiz' tanımını bir biçimde hakediyor. Sinema eleştirmenlerinin genellikle neyi eleştirdiklerinden emin olmadıkları zamanlarda kullanmaya çekinmedikleri bu muğlak sıfatı cümle içinde konumlandırdığımızda, Vivement Dimanche filminin, gerek plastiği, gerekse öyküleme tarzı ile 'samimiyetsiz bir Hitchcock taklidi' ya da biraz yumuşatırsak başarısız bir Hitchcock ithafı olduğunu iddia edebiliriz. Entelektüel aşk üçgenlerini ve sıradan ilişkileri gündelik rastlantılarla süsleyerek kapalı bir mizah duygusu yaratan yönetmenin bu yerleşik tavrından uzaklaşarak formalist dozu yüksek bir gerilim filmine kalkışması, hayal kırıklığını formüle eden en önemli neden.  
Sileni, 2005 - Jan Svankmajer  
Diğer filmlerinde Freudian psikanalizi rüya sembolizmiyle bütünleştiren ve özenle çarpıttığı nesnel tarih algısını infantil-kişisel bir masala dönüştüren yönetmenin ışığı, Edgar Allan Poe ve Marquis de Sade'ın birer öyküsünden yola çıkılarak gerçekleştirilmiş olan bu filmle birlikte büyük ölçüde kırılmıştır. Politik göstergelerin, imgesel olanı, nesnel gerçekliğin sınırında organize olmuş birer sembol yığınına dönüştürdüğü kaçınılmaz yavanlık, oyuncuların sıkıcı profesyonelliği ve animasyonların etkisiyle kurulan zoraki epizodik anlatım, filmde konu edilen delilik kavramının paleolojik evrenini derinleştirmemiş, tersine evcilleştirmiştir. 
La Fidélité, 2000 - Andrzej Zulawski 
İkili ilişkiler üzerinden yol alan Possession (1981) ve La Fidélité filmlerini arka arka izledikten sonra Zulawski'nin vahşet tiyatrosuna özgü grotesk söyleminin evcilleştirilmiş bir psikolojik dramaya nasıl dönüşebildiğine tanıklık edeceksiniz. Yaklaşık üç saat sürecek bu hayal kırıklığından kurtulabilmek için sonrasında L'amour Braque (1985) filminin hezeyanlı ve gösterişli temposunu salık veriyorum.  
Robinson Crusoe, 1954 - Luis Bunuel 
Bilinçdışı zihnin rastlantısal değil sistematik olarak estetize edilmesi ile başlayan Bunuel sinema anlayışının, özellikle onun Meksika döneminde çektiği ucuz melodramlarla birlikte derin bir sarsıntı yaşadığı kuşku götürmez bir gerçek. Bu kaçınılmaz sarsıntıyı meşrulaştıran filmlerden biri de Daniel Defoe uyarlaması olan ve Robinson Crusoe'nun yaşamının anlatıldığı aynı isimli çalışma. Tanıdık öyküye fazladan eklenen birkaç rüya sahnesinin, ne filmin sıradan tavrını değiştirmeye ve ne de Bunuel'i aklamaya kesinlikle yetmediği iddia edilebilir. Bilinçdışı merkezli politik sürrealizmden ve irrasyonel imge dizgesinden uzak, ikinci sınıf bir 'gündüz düşü' olarak kabul edebileceğimiz film, ışığın yanlış yerden kırılmasına neden olmakla kalmamış aynı zamanda Bunuel'i yaklaşık 10 sene sürecek bir filmsel karanlığa da hapsetmiştir. 
Les Parents Terribles, 1948 - Jean Cocteau 
Rüya sembolizmi üzerinden şairane gerçekçiliğe imge dozu yüksek bir soluk kazandıran Jean Cocteau, Orphée serisinden önce çektiği ve büyük ölçüde konvaniyonel-narratif bir söyleme teslim olan Les Parents Terribles filmiyle onarılmaz bir hayal kırıklığı yaşatmakla kalmamış aynı zamanda sahip olduğu sinemasal mirası da büyük ölçüde törpülemiştir
The Coca Cola Kid, 1985 - Dusan Makavejev 
Planlanmış bir öyküyü dokü-dramatik bir manevrayla sahteliğinden kurtarmak ve ona eleştirel bir boyut kazandırmak, Makavejev filmlerinin temel formülünü oluştururken, yönetmenin ışığı, kendi sinema serüveninde ilk kez kırılarak -Montenegro (1981) bu kırılmanın sinyallerini önceden veriyordu- etkisini ciddi anlamda kaybetmiştir. Öyle ki Makavejev'in önceki filmlerinde, kurulu toplumsal dinamiklerin ardındaki hakikati ve yabancılaşmış bireyin ardındaki gerçek kendiliği ortaya çıkarmak adına kullanılan absürdite ve ironi teknikleri, The Coca Cola Kid filminde, yüzeysel olarak yapılanmış politik sloganların hizmetine verilmiştir. Cinsel siyasetin ve deneysel psikanalizin önemli isimlerinden olan Wilhelm Reich'ın sinema şubesi olarak kabul edebileceğimiz Makavejev'in kara mizahtan uzaklaşarak neredeyse durum komedisine dönüşen filminin başarısızlığı, tamamı Avustralyalı olan yazar kadrosunun yetersizliği ile de doğrudan ilgilidir. 
Pola X, 1999 - Leos Carax 
1995 yılında Dokuz Eylül Üniversitesini ziyaret eden bir Franasız sinemacı, Carax'ı Carax yapanın, o zamana dek her projede birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Jean Yves Escoffier olduğunu söylediğinde kısa süreli bir hazımsızlık yaşamıştım. Carax'ın sinemasına duyduğum ilgi nedeniyle pek de ciddiye almadığım bu anekdot, 1999 yılında kendini doğruladığında, Carax'ın ışığı, hem gözümde ve hem de filmi yansıtan perde üzerinde giderek etkisini kaybetmişti. Gerçekten de şiirsel sinemayı destansı bir anlatımla katederek epik denebilecek bir kavrayış üzerinden örgütleyen Carax'ın sineması, metni kadar sıradışı olamamış ve tutarsız bir biçimciliğe hapsolmuş bu filmle birlikte kusursuz bir yara almıştır. 
T.M.A. (Darkness), 2009 - Juraj Herz 
Her ne kadar kendisi kabul etmese de Çek yeni dalga döneminin önemli yönetmenlerinden olan ve kendine has grotesk üslubuyla yerel efsaneleri büyük bir iştahla deforme eden Juraj Herz, T.M.A. (Darkness) adını taşıyan filmiyle yazık ki altını çizmiş olduğumuz diğer yönetmenlerden çok daha rahatsız edici, çok daha derin bir kırılma yaratarak sinema hayatının sonuna gelmiştir. Eğer hayal kırıklığının dozunu artırmak istiyorsanız Spalovac Mrtvol (1969) ve T.M.A. (Darkness) filmlerini arka arkaya izlemenizi öneriyorum. 
TAN TOLGA DEMİRCİ - PSİKEART DERGİSİ / EYLÜL-EKİM SAYISI

16 Eylül 2012 Pazar

Arcane 17 Anısı, Şubat 2005, Londra


O günü anlamlı kılan, Trafalgar meydanında gösterişli bir kitapçıdan satın aldığım Breton'un 'Arcane 17' isimli kitabıydı. Uzun zamandır okumak istediğim kitaplar listesinin başında gelen bu yapıtı 2 gece içinde bitirdim ve kitaptan kaynaklanmasa da kitaptan olduğunda ısrar ettiğim hayal kırıklığının nedenini bulmak için bir 2 gece daha geçirdim. Matematiği olanlar bilir, toplamı dört eden bu geceler boyunca, Elisa ile Andre Breton arasında Kanada'da yaşanan ve Afro-Amerikan idealizmi kokan aşk öyküsüyle, benim 15 pound karşılığında, East Aldgate metro istasyonunun yakınlarında bir yerde kazara seviştiğim kokainman bir orospu arasındaki karşıtlığın, Milenyum köprüsünün de yardımıyla giderek eşsiz bir birlikteliğe/bütünlüğe dönüştüğünü hissettim. Ama yine de Elisa'nın o orospudan daha ucuz olması -çünkü kitaba 9 pound, yani orospuya verdiğimden 6 pound daha az vermiştim- yazık ki trafiğin ters aktığı bir ülkede Breton'un yazın değerini iyiden iyiye alçaltmıştı.  

Arcane 17 isimli kitabın -Zack Rogow çevirisi- 51.sayfasında Breton şöyle yazar: 

"In the most general sense, love only thrives on requtial, from which it does not at all follow that it is necessarily requited, a much lesser sentiment being capable of casually taking pleasure in admiring itself in it, indeed in exulting in it for a while." 

Mistisizmi kıçından yakalamaya oldukça elverişli bu cümleye karşı, henüz bu sözcüklerle karşılaşmamış olan ben ise bir zamanlar şöyle yazmıştım: 

"O öyle bir kadındı ki, sözü görüntüye dönüştüren ve dönüşen görüntüye hiçbir inanç payı bırakmayan..." 

Tam da bu iki cümle arasındaki fark, André Breton ile aramdaki en önemli ve kapanması en olanaksız tek farktır! Onun şiirlerinden çok duruşuna, 'bireşimsel anlatımcı' romanlarından çok otomatik yazılarına olan hayranlığım bir yana, sahip olduğu yarık felsefesinin (...those of us in the arts must pronounce ourselves unequivocally against man and for woman, bring man down from a position of power which, it has been sufficiently demonstrated, he has misused, restore this power to the hands of woman, dismiss all of man's pleas so long as woman has not yet succeeded in taking back her fair share of that power, not only in art but in life) benimkinden çok daha derin olduğunu yadsıyacak değilim. Onun yazın akışındaki dalgalanma (otomatizm, toplumcu sürrealizm, bireşimsel anlatımcılık, evrenselci ezoterik öyküleme), benim yazın akışımdaki dalgalanmayla (formalist lise eteği yazını, fallokratik imgelem, semiyolojik deseksüalizasyon, mastürbatif semantizm, Orhan Kemal etnisizmi) örtüşmüyor gibi görünse de Breton ve benim birlikte olduğumuz kadınlardan birlikte olmak istediğimiz kadınları çıkardığınızda, iki dalgalanmanın kırılma noktası arasındaki ortaklık çok daha açık bir biçimde gözler önüne seriliyor.

Giacometti ve Tactile Deney

Deney No - 87
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Alberto Giacometti

Renk: Bakire kaprisi.
Koku: Turist tarağı.
Dokunsal: Kadının kolyesini bir hamlede çekip koparmak.
İşitsel: Parazit yapan işitme cihazı.
Tat: Kan taşı.

15 Eylül 2012 Cumartesi

Eluard ve Tactile Deney

Deney No - 84
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Paul Eluard

Renk: Karartma.
Koku: Ekmek karnesi.
Dokunsal: Bıldırcın tüyüyle göz pınarını kaşımak.
İşitsel: Havalı kornayla çalınan enternasyonal marşı.
Tat: Nasır.

Deleuze ve Tactile Deney

Deney No - 109
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Gilles Deleuze

Renk: 20 yaş dişi.
Koku: Paslı eldiven.
Dokunsal: Sınav sırasında çocuk düşürmek.
İşitsel: Defolu etek fermuarı.
Tat: Kadavra künyesi.

14 Eylül 2012 Cuma

Terayama ve Tactile Deney

Deney No - 140
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Shuji Terayama

Renk: Verilen son nefes.
Koku: İflas etmiş randevu evi.
Dokunsal: Ütünün sıcağı üzerindeyken giyilen gömlek.
İşitsel: 'A' ve 'G' harfleri olmayan daktilo sesi.
Tat: Tendeki güneş yağına yapışmış sahil kumu.  

Artaud ve Tactile Deney

Deney No - 139
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Antonin Artaud

Renk: Kar suyu.
Koku: Arka pantolon cebinde terden ıslanmış kadın fotoğrafı.
Dokunsal: Yatağın soğuk tarafına dönmek.
İşitsel: Yağmur yemiş kontrplaktan kayan yüzlerce misket.
Tat: Penisilin.

9 Eylül 2012 Pazar

9 Eylül 2012 - Rüya


Ne zaman çektiğimi hatırlamadığım bir filmin gösterileceği mekandayım. O an beni mutlu eden şey, çekmiş olduğum ama çekimlerinde bulunmadığım bir filmi ilk kez izleyecek olmak. C salonunun hemen yanındaki alanda çekik gözlü ve bikinili kızların konuklara kızılcık şerbeti dağıttığını görüyorum. Tanıdık yüzlere yakalanmadan standın önüne gidiyor ve kızlara nereden geldiklerini soruyorum. İçlerinden en uzun boylu olanı, Liechtenstein komünist partisini temsilen orada olduklarını söylüyor. Sonra da gülümseyerek koca bir bardak dolusu kızılcık şerbeti uzatıyor. İçmeden önce şerbetin formülünü soruyorum kıza. Sanki büyük bir sır verecekmiş gibi kulağıma eğilip, uzun süre dalgalanmış kızıl bayrakları yüksek ısıda yıkadıktan sonra çıkan ilk boyanın şerbete esas rengini verdiğini söylüyor. Konuyu değiştirmek amacıyla bu kez adını soruyorum kızın. 'Jenna Sue' diyor utanmış bir edayla. Liechtenstein'da bu isimde ve çekik gözlü, üstelik komünist bir kızın ne işi olduğunu düşünürken birdenbire bardağın dibine çökmüş bir ağız dolusu takma diş dikkatimi çekiyor. Korkuyla bardağı yere fırlatıyorum. Kırılan bardaktan onlarca diş saçılıyor her yere. Şangırtının etkisiyle kalabalığın sesi kesiliyor ve konuklardan bazıları yerdeki dişleri toplamaya başlıyor. Kadının biri, topladığı dişleri apar topar göğüsleri arasına tıkıştırıyor. Başka bir kadın, çantasından çıkardığı el aynasıyla dişlerin kendi ağzına uyup uymadıklarını kontrol ediyor. Uzun boylu partili kız, çantasından kalınca bir dergi çıkarıp bana uzatıyor. Derginin üzerinde Türkçe olarak 'Liechtenstein Komünist Parti Programı' yazıyor. Ayaküstü dergiyi karıştırıyorum. İçinde birbirinden lezzetli yemek tarifleri var. Derginin tamamı mutfak kültürü üzerine yazılarla dolu. Partiye gönüllü olarak katılacağımı söyleyip dergiyi yeniden kıza iade ediyorum. Öylesine seviniyor ki tiz bir çığlık atarak elindeki telefonun tuşlarına basmaya başlıyor. 'Kimi arıyorsun' demeye kalmadan da telefonu bana uzatarak babasının benimle görüşmek istediğini söylüyor. Tedirgin bir ses tonuyla 'alo' diyorum. Oldukça kararlı ve soğuk bir ses, Liechtenstein komünist partisinin başkanı olduğunu vurguluyor. Adamı daha net duyabilmek için sessiz bir köşe arıyorum. İstanbul aksanıyla konuşan parti başkanı, ilk görevimin 1. dünya savaşında Çanakkale'de kullanılan topları Montmartre tepelerine çıkarmak ve Paris komününü yeniden başlatmak olduğunu söylüyor. Bunun aptalca bir şaka olduğunu düşünerek telefonu adamın suratına kapatıyorum. Yeniden standa döndüğümde uzun boylu kızı ortalıkta göremiyorum. Telefonu masanın üzerine bırakıp etrafa göz gezdiriyorum. Elinde ayna olan kadın, yere dökülen dişlerden bazılarını ağzına iliştirmiş. Yüzü gerçekten de korkunç görünüyor. Ona baktığımı sezip bana doğru yaklaşıyor ve kolumdan tutup hızla kendine çekiyor. Boyum kadının çenesine anca geliyor. Derin bir kendine güven edasıyla nasıl göründüğünü soruyor. Öylesine sıkıyor ki kolumu, zorla ve biraz da kaygıyla gayet güzel göründüğü yalanını söylüyorum. Kültür bakanlığıyla olan anlaşmazlığı yüzünden artık iş yapamayan bir film yapımcısının karısı olduğunu, kocasının aptallığı yüzünden kimsenin suratına bakacak yüzü kalmadığını ve aradığı ruhsal huzuru, emekli set işçilerinin yatağında bulduğunu söylüyor. Sonra da yüzünü ilgi isteyen bir çocuk gibi buruşturarak onunla yatıp yatmayacağımı soruyor. Filmin yaklaşan gösterim saatini bahane ederek kadının isteğini kibarca reddediyorum. Bunun üzerine öylesine sinirleniyor ki eğer onunla yatmazsam olay çıkaracağını ve beni kocasına şikayet edeceğini söylüyor. Tam o sırada, az önce masaya bıraktığım cep telefonu çalmaya başlıyor. Biraz da kadından kurtulmak için telefona yanıt veriyorum. Parti başkanı arıyor. Çanakkale'deki topları nakledebilmek için Rusya'daki aşçı yoldaşların katkılarıyla bir Tupolev uçağı ayarlandığını, ancak naklin gerçekleşmesi için en azından bir kargo şirketiyle anlaşmam gerektiğini söylüyor. Bir süre sessiz kalıyorum. Bunun üzerine kurduğu planı anlatmaya başlıyor; toplar önce kargo şirketine verilecek ve iyice ambalajlandıktan sonra üzerine 'kırılacak eşya' yazılarak havaalanına getirilecek. Buradan Tupolev tipi uçağa nakledilerek De Gaulle havaalanına ulaştırılacak. Kargoyu partinin Montmartre temsilcisi teslim alacak ve toplar, şüphe uyandırmayacak biçimde taksi bagajlarında direniş noktalarına ulaştırılacak... O sırada ilk gong çalıyor. Filmin başlamak üzere olduğunu düşünerek C salonuna doğru ilerliyorum. Ancak tam o sırada arkamdan tiz bir çığlık yükseliyor. Az önce yatmayı reddettiğim kadın, parmağıyla beni göstererek kendisini iğfal ettiğimi ve beni mahkemeye vereceğini söylüyor. Bu iftirayı takiben, akut bir histeri krizi geçirerek üzerindeki kırmızı tuvaleti paramparça ediyor. Kadının vücudunda Yeşilçam emekçilerinin imzalarını görüyorum. Ses teknisyeninden prodüksiyon amirine, ışık şefinden kamera asistanına kadar hemen herkesin imzası var. Kalabalığın kendisiyle ilgilenmediğini gören kadın, bu kez daha da öfkelenerek kendini yere atıyor ve yuvarlanmaya başlıyor. Bu gösterinin tiyatral bir şov, hatta bir 'happening' olduğunu düşünen kesim, kadını alkışlamaya ve coşkuyla ıslıklamaya başlıyor. Islık seslerine masaya bıraktığım cep telefonu sesi karışıyor. Biraz da merakla telefonu açıyorum ve daha konuşmama fırsat kalmadan parti başkanı, eğer dediklerini yapmazsam parti ajanları tarafından infaz edileceğimi söylüyor. Ona partinin umurumda olmadığını, tek derdimin çektiğim ama henüz göremediğim filmi izlemek olduğunu ve bir daha beni ararsa Çanakkale toplarını Liechtenstein sınırına kendi ellerimle dizeceğimi söylüyorum. Bu kez telefon benim suratıma kapanıyor. İkinci gong çalıyor. Yerimi almak için yeniden salona doğru ilerliyorum ancak tam o sırada silahlı bir grup galayı basıyor. Grubun ağzında, maske olarak biçim verilmiş parti programından sayfalar görüyorum. Birinin maskesinde domatesli pilav, diğerinde kabak dolması resmi var. Havada uçuşan kurşunlar arasında kaçacak yer arıyor ve bulabildiğim en yakın masanın altına saklanıyorum. Görebildiğim kadarıyla kalabalıktan sağ kalan kimse yok; herkes birbirinin üzerine yığılmış, delik deşik olmuş. Üçüncü gong çalıyor. Liderleri olduğunu düşündüğüm ve maskesinde Böfstrogonof resmi olan adam, gruptan ateşi kesmesini istiyor. Dumandan göz gözü görmüyor. Tam o sırada C salonundan çektiğim filmin jenerik müziği duyuluyor. Riskli bir kararla ve biraz da ortalığı kaplayan dumanı fırsat bilerek filmi izlemek için masanın altından çıkıyor ve sürünerek C salonuna doğru ilerliyorum. Önüme, histeri krizi geçiren kadının cansız bedeni çıkıyor. Sessizce Aydemir Akbaş'ın imzası üzerinden sıyrılarak geçiyorum. Henüz birkaç metre ilerlemişken yankılı bir silah sesi duyuyorum. Arkama dönüyor ve sağ bacağımdan oluk oluk kan aktığını görüyorum. Aldırış etmeden ve gücü daha çok kollarıma vererek C salonuna doğru sürünmeye devam ediyorum. Tam salonun kapısını aralayacakken bir çift topuklu ayakkabı kesiyor önümü. Ayakkabıların sahibini görmek için güçlükle yukarı kaldırıyorum başımı ve önümü kesenin Jenna Sue olduğunu anlıyorum. Yolumdan çekilmesi için ona yalvarıyorum. Oldukça donuk bir ifadeyle elindeki telefonu uzatıyor bana. Konuşacak gücü bulamıyorum. Telefonda yine parti başkanı. Tarihe kahraman bir devrimci yerine basit bir film yönetmeni olarak geçecek olmamdan dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. O sırada telefondan top sesleri duyuluyor. Başkan, Tupolev'in ışıktan çok daha hızlı bir uçak olduğunu, aslında biz telefonla konuşurken direnişin Montmartre tepelerinde çoktan başladığını ve zaferin yakın olduğunu söylüyor. Bir süre sessiz kalıyorum. Güçlükle Jenna Sue'un yüzüne bakıyorum. Çektiğim acıyı gören kadın, şefkate gelerek arasından geçebilmem için bacaklarını aralıyor. Sürünerek kadının bacakları arasından C salonuna giriyorum. Son bir çabayla filme ait seslerin geldiği beyaz perdeye doğru başımı kaldırıyor ve sarı fon üzerine 'Jenna Sue' fontuyla yazılmış '5 dakika ara' yazısını görüyorum.

5 Eylül 2012 Çarşamba

5 Eylül 2012 - Rüya

'Ming' adında bir şehri, hatırlamadığım bir nedenle ziyaret etmek için eşyalarımı topluyorum. Bavulun içine tıkıştırdığım tüm elbiseler, ilkokul döneminde kullandığım elbiselerin birkaç beden büyümüş halleri. Son olarak, üzerinde ayran lekesi olan siyah önlüğümü de bavula koyup kapatıyorum. Havaalanına gitmek için taksi yerine motor çağırıyorum. Evin önünde bir süre bekledikten sonra, ikinci dünya savaşından kalma motoruyla oldukça zayıf, 60 yaşlarında bir adam geliyor. Motorun plakasında sadece 'G.104' yazıyor. Yan tarafındaki bölmeye biniyor ve Sabiha Gökçen Havaalanına doğru yol alıyorum. Pendik'in girişinde, yol kenarında tartışmakta olan bir çift dikkatimi çekiyor. Tartışma, sonrasında kavgaya dönüşüyor ve adam kadının yüzüne korkunç bir darbe indiriyor. Kadının alnı tıpkı camdan bir fanus gibi çatlıyor ve çatlaktan ince bir kan akışı başlıyor. Simsiyah olan kan, giderek kırmızıya dönüşüyor. Sürücüden motoru durdurmasını istiyorum. Kavga eden çiftin karşı sokağına park ediyoruz. Motorcuya, kanın ilk başta niçin siyah aktığını soruyorum. 'Boruda kalmıştır; boruda kalan kan siyah akar, sonra giderek kırmızıya dönüşür' diye yanıt veriyor. Bu arada çift arasındaki kavga olanca hızıyla devam ediyor. Adam, kadını saçlarından tutuyor ve üzerinde şampuan reklamı olan elektrikli bir reklam panosuna doğru sürüklüyor. Motorcuya polise haber vermemiz gerektiğini söylüyorum. O da gayet tepkisiz bir biçimde elini yumruk haline getirip devrimin Ming'ten başlaması gerektiğini vurguluyor. Yumruğuna dikkatle baktığımda, serçe parmağına takılı 'gamalı haç' yüzüğü dikkatimi çekiyor. Bu arada kavga etmekte olan adam, saçından tuttuğu kadının kafasını şampuan reklamının olduğu elektronik reklam panosunun içine sokuyor. Panodan rengarenk kıvılcımlar, bembeyaz dumanlar yükseliyor. Elektriğin etkisi altında kalan kadın, müthiş bir hızla çırpınmaya başlıyor. Her çırpınışında bacaklarının arasından reklamı yapılan şampuan oluk oluk akıyor. Motordan inip yardım etmek üzere olay mahalline gidiyorum. Kadına vuran adam, o yöne doğru yaklaştığımı görüp kaçıyor. Adamı kovalamak yerine kadını kurtarmak düşüncesiyle reklam panosuna doğru ilerliyorum. Yere sızmış şampuan birikintisine basıp sırtüstü düşüyorum. O sırada kadın, kafasını reklam panosundan kurtarıp bana doğru dönüyor ve halimi görüp kahkahalarla gülmeye başlıyor. Yüzü neredeyse kömür olmasına rağmen hiç acı çekmiyormuş gibi duruyor. Güçlükle ayağa kalkıp kadına doğru biraz daha yaklaşıyorum. O sırada beni taşıyan motorun sesini duyuyorum. Motorcu, arkasına bile bakmadan beni öylece bırakıp oradan uzaklaşıyor. Kadın, bu duruma daha da gülüp ağzından köpükler saçarak zavallı biri olduğumu söylüyor. Konuşması sırasında kaynak makinesine benzer sesler çıkarıyor. O anda rüyada olduğumu, uyanmam için gerekli uyarıyı aldığımı ama buna rağmen nasıl oluyor da halen uyanamadığımı soruyorum kendime. Sırf daha da korkup uyanmak ve bunun için gerekli dış uyaranı arttırmak için kadına doğru yaklaşıyorum. O sırada kadının kömür olmuş çenesi, attığı kahkahanın etkisiyle ağzından ayrılıp yere düşüyor. Çenenin düştüğü yere sarı kalorifer böcekleri üşüşüyor. Korkuyla geri adım atıyorum. Kadın, üzerindeki bluzu yırtarak çıkarıyor. Simsiyah göğüslerini iki eliyle kavrayarak dilini üst dudağında gezdiriyor. Kavga sırasında kadının yere düşürdüğü çantasına bakıyorum. Üst üste dizilmiş kitaplar dikkatimi çekiyor. En üstteki kitabın adı 'Çocuk Bakımı', bir altında 'Der Die Das Kapital' var. Kitabın alt başlığının ancak yarısını görebiliyorum. Anladığım kadarıyla yeni başlayanlar için hem Almancayı ve hem de Marksizmi aynı metin üzerinden öğreten bir kitap... Çocuk Bakımı kitabını çantadan çıkarıp 'İçindekiler' kısmına giriyorum. 'Helal Süt Emme' ile başlayan ve 'Mezar İlanları' ile sona eren geniş bir konu akışı gözüme çarpıyor. Tıpkı beni koruyan bir tılsım gibi kitabı kadına göstererek benden uzak durmasını istiyorum. Bakışları aniden değişiyor kadının, vicdanlı bir çift göze dönüşüyor. O kadar sevgi dolu bakıyor ki dayanamayıp sıkıca sarılıyorum ona. Sarılmanın şiddetiyle vücut, tıpkı bir 'şişme bebek' gibi sönmeye başlıyor. O an panik yapıp bedenin tamamı sönmeden önce başımı kadının göğüslerine doğru kaydırıyorum ve henüz yarısı sönmüş olan sağ göğsünü emmeye başlıyorum. Ağzıma zehirlenme sonrası sıvı olarak tatbik edilen 'tıbbi kömür' tadı geliyor. Yere doğru tükürüyorum. Ancak ağzımdan çıkan sıvının saf süt olmasından aldığım cesaretle bu kez diğer göğsü emmeye başlıyorum. Her aldığım yudum, mideme cam kırıkları olarak düşüyor. Ama yine de bu durum rahatsızlık vermiyor bana. Kadını uzunca bir süre emip tamamen söndürüyorum. Sonrasında posasını kucağıma alıp yürümeye başlıyorum. Neredeyse hiç ağırlığı olmayan ve bedeni tam anlamıyla buruşarak bir deri yığınına dönüşmüş bu kadını gömecek bir mezarlık arıyorum. Bir yandan da müthiş bir ağlama isteği duyuyorum. Çok geçmeden yerin altına doğru dört kat inşa edilmiş, oldukça modern çizgiler taşıyan bir mezarlık buluyorum. Adı, Yeşilçam Mezarlığı... Asansörle dördüncü kata iniyorum. Kapı açıldığında, bu katın yalnızca geç dönem sinemacılara ayrılmış olduğunu görüyorum. İlk mezar, N.B.C'ye ait ve mezar taşına monte edilmiş bir de güvenlik kamerası var. Kamera, tıpkı onun çekmiş olduğu filmlerindeki kareler gibi sabit, üzeri yosun tutmuş. İkinci mezar biraz daha geniş. Mezar taşının üzerinde 'Babam ve Oğlum' yazıyor. Üst üste gömülmüşler. Bir sonraki mezar, gösterişli bir şarküteri dükkanı olarak tasarlanmış. İçinde, et, süt, ne ararsanız var. Son mezar ise kazılmış ve boş bırakılmış. Kucağımdaki kadını kazılı olan yere doğru yatırıyorum. Sonra da kum birikintisine saplanmış kürekle merhumeyi gömüyorum. O sırada mezar taşında bir isim beliriyor. Önce A ve Ç harfleri, sonrasında ismin tamamı: Sabiha Gökçen... Korkuyla küreği fırlatıp asansörle yeniden yüzeye çıkıyorum. O an güçlü bir öksürük krizi yaşıyorum. Ağzımdan 'Çocuk Bakımı' kitabının sayfaları bölük pörçük çıkıyor. Son öksürükle birlikte bükülmüş bir de cisim fırlıyor ağzımdan, motorcunun Nazi amblemli yüzüğü... Mezar taşındaki isim geliyor aklıma; bir an önce havaalanına yetişmem gerektiğini, aksi taktirde uçağı kaçıracağımı düşünüyorum. Koşmaya başlıyorum ve tuhaf bir biçimde birkaç dakika sonra havaalanında oluyorum. Etrafta kimse yok. Pasaport kontrolünden koşarak geçiyor ve 104 numaralı kapıya gidiyorum. Kapıdan sorumlu iki sarışın kız delicesine öpüşüyor. Hemen yanlarındaki masanın üzerinde yarım bırakılmış pizza parçaları var. Kırıntıların üzerinde yeşil renkli at sinekleri dolaşıyor. Onları rahatsız etmeden kapıdan dışarı çıkıyorum. Boeing 747 tipi yolcu uçağının, kapının biraz önünde park etmiş olduğunu görüyorum. Uçağın sağ kanadında yedi ve sol kanadında altı olmak üzere 13 çekik gözlü hostesin bacak bacak üstüne atmış, beni bekliyor olduklarını görüyorum. Oldukça kısa boylu sayılabilecek kızlar beni görünce uçağın kanadından sarkıttıkları bacaklarını ritmik olarak sallamaya ve Daryl Hall'un 'Maneater' şarkısını söylemeye başlıyorlar. O anda uçağın merdiveni otomatik olarak aşağı iniyor. Kan ter içinde merdivenlerden çıkıyorum. İçeride kimse yok. Pilot kabinine doğru ilerliyorum. Uçağa hız veren gaz kollarının ince bir sicimle bağlanmış olduğunu görüyorum. Sicimin altındaki kağıt parçasına yazılı 'Belediye Tarafından Mühürlenmiştir' ibaresi dikkatimi çekiyor. Müthiş bir öfkeyle kabin kapısını kendime doğru çekiyor ve uçağı tek başıma kaldırmaya karar veriyorum. 'Taxi' için kuleden izin istiyorum. Küçük bir kız sesi yanıt veriyor çağrıma ve seneler önce üzerime döktüğü ayran için özür diliyor. Bağlantıyı kapatıp gaz kolundaki mührü söküyorum. Uçağa gaz vererek 20 knots'u geçmeyecek biçimde 6 numaralı piste doğru yol alıyorum. O sırada hosteslerden birinin anonsu geliyor kulağıma; uzun süredir orgazm olmadığını, bedeninde Coşkusal Veba'nın tüm izlerini taşıdığını, bu yüzden servis sırasında kendisine dokunan ya da taciz edenlerin ciddi biçimde bu vebanın kurbanı olacağını söylüyor. Anons sonrası yolcuların alkışlarını ve ıslıklarını duyuyorum. Uçağın flaps'lerini '10' konumuna getiriyor ve kısa bir süre sonra 6 numaralı pisti ortalıyorum. Biraz gecikmiş olmakla birlikte bu kez kuleden kalkış izni istiyorum. Aynı küçük kız, üzgün bir ses tonuyla üzerime döktüğü ayran parasını benden çaldığını ve bu yüzden kendini hiçbir zaman affetmeyeceğini itiraf ediyor. Ona aldırmaksızın TO/GA sistemiyle uçağa hız vererek birkaç saniye içerisinde kalkmayı başarıyorum. Sonra aniden bedenimden ayrılıp, tıpkı filmlerde olduğu gibi uçağı yer yüzeyinden izliyorum. Sol kanatta 6, sağ kanatta 7 hostes, giderek yükseliyor ve bir süre sonra da gözden kayboluyorlar.

Duyuru

Hanımlar! Eğer siz de bu anlamlı teşkilatta yerinizi almak ve varoluşunuza varoluş katmak istiyorsanız bavulunuzla birlikte Sürrealist Göçmenler Derneğine 31 Aralık 2012 tarihine kadar başvuru yapmanız gerekmektedir. Aranan şartlar: Lisans Diploması (Mühendislik fakülteleri kabul edilmeyecektir), ALES ≥ 65, GMAT ≥ 410, TOEFL IBT ≥ 84.

4 Eylül 2012 Salı

Lorem Ipsum

180 derece kuralını, yalnızca sözcükleri kullanarak ihlal edebilir misiniz?

2 ou 3 choses que Je Sais d'elle


Afişteki Saklı Objeler: 

* Vladimir Vysotsky'nin öpüşürken kaybolan dudağı
* Regresyon tuşu bozulmuş çift başlı Oedipus
* Doktor Oetker'in salatalık sütü
* Oynar başlıklı Boeing 747
* Tadı yırtılmış lolipop şekeri
* Erken sütten kesilmiş Monica Vitti kılıklı Fransız abajuru
* Merkezkaç düşmanı aksak hostes duruşu
* Ajax'ın Giacometti eğimli forveti Marco van Basten
* Bebek morgu olarak da kullanılan ıssız posta kutuları
* Robert Bresson'un ödüllü 'Four Legged Freak' film afişi
* Tuvalet eğitimli Vietnam kadını
* Monsieur Godard'ın albinolu güneş gözlükleri

Liebe ist Kälter als der Tod


Afişteki Saklı Objeler:

* Rektuma saplanmış altın kravat iğnesi
* Hardallı lades kemiği
* Karl Valentin'in yerçekimsiz vasiyeti
* Şişme mezar taşı
* İnce kıyılmış eşcinsel geni
* Kadife mobilya kumaşında parlatılmış kol düğmesi
* Çamurla vaftiz edilmiş Berlin haritası
* Clara Zetkin'in takma dişleri
* Üzerinde mastürbasyon istatistiği tutulmuş A4 duvar kağıdı
* Bakışın biçimiyle beslenmiş asimetrik arzu grafiği
* Kalın belli 'Hypnotic Poison' parfüm şişesi
* Fassbinder'in anal büstü
* Göz yakmayan aseton
* Üzerine X-ray bulaşmış Magritte figürü

1 Eylül 2012 Cumartesi

Cumartesi Cumartesi


Tunç Okan, içinde 'Cumartesi' geçen en iyi filmi çektiğinde dokuzuncu yaşımı yeni yeni kutluyordum. Filmi Yeşil Yuva Apartmanı - B Blok, 6 numaralı dairede yaşayan Fransız asıllı bir Türk kızının evinde ilk kez izlediğimde ise ergenlik dönemini henüz geride bırakmıştım. Kızın adı, 'Mireille Pınar' idi ve portakal rengi ev terliklerinin üzerinde simli harflerle 'Dieu est ici' yazıyordu. Filmi izlediğim dakikalar boyunca terliğin, kızın ayağından hangi sahnede düşeceği ile ilgili tahminlerde bulunmuş ancak beklediğim sonuca bir türlü ulaşamamıştım. O günden sonra filmin tamamını yalnızca bir kez (1994) görebildim. Ve bir de az önce...

Bugün Cumartesi! Öyleyse sizleri, içinde 'Türk' geçmeyen bu en avant-garde Türk filmi ve Pınar'ın düşmek bilmeyen inatçı terlikleri adına 80 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.