1 Mart 2013 Cuma

1 Mart 2013 - Rüya


Los Angeles'da bir oteldeyim ve henüz dört yaşındayken (1979) çekmiş olduğum filmin ilk gösterimine hazırlanıyorum. Ahşap yatağın çekmecesinden çıkardığım lacivert kadife ceketimi beyaz atletin üzerine giyiyorum. O sırada telefonum çalıyor ve tanımadığım biri, beni saat 13:00'da bulunduğum otelin terasından alacağını söylüyor. Hazırlıklarımı tamamlayıp yük asansörüyle terasa çıkıyorum. Az sonra kırmızı bir helikopter süzüle süzüle terasın ortasındaki koca 'T' harfinin üzerine iniyor. Koşarak biniyorum helikoptere. Sarışın olan pilot oldukça çekici görünüyor. Onun yanında, serseri tipli esmer bir adam oturuyor. Merhabalaştıktan hemen sonra helikopter hareket ediyor. Tuhaf bir kıskançlıkla pilotun yanında oturan ve her daim terli olduğu izlenimini veren koyu tenli adamı helikopterden aşağı atarak öldürmek istiyorum. Bu nefret dolu arzumla birlikte üzerinde uçtuğumuz şehir, Los Angeles'dan İstanbul'a dönüyor. Uzun bir süre şehri izledikten sonra pilot kabinine bakıyorum ve esmer tenli adamın yerinde olmadığını görüyorum. Büyük bir şaşkınlık ve sevinçle adamın oturduğu koltuğa geçiyorum. Sarışın pilot yanına oturduğumu görünce gülümsüyor ve elimi alıp çıplak bacağının üzerine koyuyor. O an helikopter, son model bir Business Jet'e dönüşüyor. Kadının gözüne daha da girebilmek için tam beş yıl boyunca uçuş dersleri aldığımı, içinde bulunduğumuz uçağı dilediği yere indirebileceğimi söylüyorum. Bunun üzerine pilot, iniş yapacağım mekanın bilgilerini bir dosya halinde çıkarıp bana veriyor. Dosyanın ilk sayfasında, elimde tırmıkla 1979 yılında çekilmiş olan çocukluk fotoğrafım var. Fotoğrafımın altında, filmimin gösterileceği yer ve gösterim saati yazıyor. O an uçağı herhangi bir havaalanına değil de gösterimin yapılacağı Bursa Devlet Hastanesi'nin bahçesine indireceğimi anlayınca fazlasıyla heyecanlanıyorum. Pilota, hastane bahçesinin uçağı indirebilmek için gerekli şartlara sahip olmadığını söylüyorum. Bunun üzerine kadın sertçe bacağındaki elimi itiyor ve çocukluğumdan beri her şeye itiraz eden biri olduğumu, işe yaramaz aptalın teki gibi davrandığımı ve onu sürekli hayal kırıklığına uğrattığımı söylüyor. Doğum gününde azarlanmış bir çocuk gibi kadından özür diliyorum. O ise kollarını bağlayıp benden yüz çeviriyor ve şehri izlemeyi tercih ediyor. Kadını hayal kırıklığına uğrattığım için, işin ucunda ölüm de olsa uçağı bir biçimde hastane bahçesine indirebileceğimi hissediyorum. Gemlik körfezini görür görmez tüm hazırlıkları yapıyor ve alçalmaya başlıyorum. Oldukça hızlı irtifa kaybetmeme rağmen pilot kadın, çantasından çıkardığı yaklaşık elli santimetrelik dev törpüyle tırnaklarını törpülüyor ve benimle ilgilenmiyor bile. Spoiler'ları 'ARM' konumuna getiriyor, Flaps'leri kademe kademe açmaya başlıyorum. Hastane bahçesi görüş alanıma girdiğinde ve yerden yaklaşık 1500 feet yüksekteyken otomatik pilottan çıkıyorum. İniş takımlarını açıyorum. Öncesinde herhangi bir ILS ya da VOR sinyali almadığım için hastaneye doğru 'görerek' alçalıyorum. Tam hastane dış kapısını geçmişken nefesimi tutup yaklaşık 90 knots hızla bahçeye teker koyuyorum. O anda uçak, dayımın Almanya'dan getirdiği üç tekerlekli bisiklete dönüşüyor. Bisiklet yavaşlayıp hastane acil kapısının tam önünde duruyor. Etraftaki doktorlar, hemşireler ve hastalar, beni bisikletin üzerinde görünce alay etmeye başlıyorlar. İçlerinden biri, 'doktor beyin oğlu delirmiş, sütlü salep içirin şuna' diyerek kahkahalar atıyor. Etrafa aldırış etmeden saatime bakıyorum ve gösterime yetişebilmek için acil kapısından içeri giriyorum. Etraf, bacağı, kaburgası, kolu, kafası kırık bir sürü insanla dolu. İçerisi leş gibi terle karışık tentürdiyot kokuyor. Hastanenin duvarlarına 'sus' işareti yapan hemşire fotoğrafları yerine benim tırmıkla çekilmiş çocukluk fotoğrafım asılmış. Gösterimin yapılacağı mekanı, yere yapıştırılmış renkli oklar sayesinde buluyorum. Burası dev bir ultrasonografi odası! Heyecanla içeri giriyor ve beyaz önlüklü yüzlerce hekimin filmi bekledikleri gerçeği ile yüzleşiyorum. O sırada sahneye beni doğuran ebe hanım çıkıyor ve doğumumun nasıl geçtiğine ilişkin oldukça tıbbi bir konuşma yapıyor. Kadının söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Konuşması biter bitmez beni sahneye davet ediyor. Kimse alkışlamıyor. Ne söyleyeceğimi kestiremiyorum. Mikrofon sürekli parazit yapıyor. Ama yine de az çok konuşacak gücü bulup, izleyecekleri filmi benim de ilk kez izleyeceğimi ve bu yüzden duyduğum heyecanı ifade etmeye çalışıyorum. Tam konuşmamın ortasında ışıklar kapatılıyor. Benim için en önde ayrılmış olan turuncu, plastik çocuk sandalyesine oturuyorum. Ortamı yalnızca beyaz perdenin ışığı aydınlatıyor. O sırada hemşirenin biri, içinde demsiz çay olan 'Şokella' bardağıyla bana doğru yaklaşıyor. Bardağı tam alacağım sırada kulağıma eğilip sol yanımda oturmakta olan kişiyi gösteriyor ve oldukça ciddi bir ifadeyle 'başhekim gönderdi, paşa çayınız' diyor. Başhekimin, kırmızı etek giyinmiş oldukça çekici bir travesti olduğunu görüyorum. Yanında oturmama aldırış dahi etmiyor. O sırada film başlıyor. Renkli çekilmiş ancak sarı baskın bir görüntü plastiğinde, 1979 yılı çocukluğumun öznel bakış açısından hastane koridorunu görüyorum. Kamera, öznel bakışımda o kadar düzgün bir kaydırmayla yol alıyor ki üç tekerlekli bisiklet üzerinde bu sahneyi çekmiş olabileceğimi düşünüyorum. Kameraya -bana- doğru yürüyen ve öpücük gönderen sarı saçlı hemşireleri görüyorum. Aralarında gülüşüyor ve sevecen gözlerle bana -çocukluğuma- bakıyorlar. Sonra daha ilerde, sedye üzerinde kan revan içinde kalmış hastaların zorlukla da olsa doğrularak bana selam verdiklerini ve gülümsemeye çalıştıklarını görüyorum. Kuduz hastalarının izole edildiği demir parmaklıkların arkasında çocukken aşık olduğum kızlar dizilmiş. Beni görür görmez onları bulundukları ortamdan kurtarmam için adeta birbirlerini eziyorlar. Bir süre daha aynı çekimde yol aldıktan sonra Diş Hekimleri Odası'nın önündeki bankta yüzünü iki eliyle kapatmış, üzgün olduğu her halinden belli bir kadın görüyorum. Ona biraz daha yaklaştığımda kadın aniden doğruluyor ve ellerini yüzünden çekiyor. Annemin gençlik hali ile karşılaşıyorum! O anda -filmde değil, ultrason salonunda- hıçkırarak ağlamaya başlıyorum. Perdeye yansıyan annem müthiş bir hüzünle bakıyor bana ve gözlerinden bir damla yaş düşüyor. Görevlilerden salonun ışıklarını açmalarını istiyorum. O an film kopuyor ve perde bembeyaz kalıyor. Işıklar açılıyor, tüm hekimler ayağa kalkıp filmi alkışlamaya başlıyor. Öylesine büyük bir patırtı içinde yapıyorlar ki bunu, kimse ağlıyor olduğumu görmüyor bile. Görse de aldırış etmiyor. Bu dehşet yaratan duruma daha fazla dayanamayarak ultrason odasını terk ediyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder