18 Aralık 2014 Perşembe

After the Giant Anteater


Uzunca cümlemi bağışlayın ama Karl Marx'ın 19 yaşında yazmaya başlayıp da ancak 1848 yılında 'Nesnel Şans Yasası' gereği 'Manifesto of the Communist Party' ismiyle tamamlayabildiği 'Scorpion Und Felix' yapıtına ithafen çektiğim 'Felix Und Scorpion' filminin setinden bir gün önce, aynı isimli kitabın sürreal bir tasarımını yaptırmak adına yerin altında hizmet veren bir matbaa dükkanının (Kadıköy'de) kapısına kafamı çarptım. Oluk oluk akan kandan etkilenen matbaacı, dükkan kapısını korkuyla suratıma kapatıp kolonyayla taradığı her halinden belli mürekkepsiz saçlarını ellerinin arasına alarak o ana dek işlediği beden suçlarını bir bir geçirmeye başladı aklından. Uzun süredir temizlenmediği için olacak, sakızlı zift kıvamını almış Alman işçi sınıfının kanıyla çalışan dört renk matbaa makinesinin (Herr. Heidelberger) hemen önünde dua etmeye başlayan bu adamın yüzü, tuhaf bir 'ayna evresi' efektiyle kan ve vakit kaybından ölebileceğim kaygısına ilham oldu aniden. Bay Bedri Baykam kadar narsisistik bir hezeyan tonunda olmasa da ayıplanacak bir Panik Tiyatrosu çırpınışıyla durdurmaya çalıştım yanımdan geçen taksileri. Ne var ki hepsi de Mondrian tişörtüme akmakta olan soyut kanın, tertemiz sicillerine (Drive'ing Licence) bulaşmasını istemediklerini paranoid bir ara gazla gösterdiler...

Uzunca çabalarım sonucunda ve dakikalar sonrasında yalnızca biri durdu; yolu sırf zevk için uzatacağını söyleyen ve arabasının döşemesini kirletirsem, iç-yıkama masraflarını taksimetre ücretine ekleyeceğini söyleyen ekonomi bakanı kılıklı biri...

Şoförün isteğini kabul ettim ve yol boyunca kendi kendime Freud'un 'The Joke and Its Relation to the Unconscious' isimli kitabındaki tahammül edilemez esprilerle Nasreddin Hoca fıkraları arasındaki benzerliği düşündüm. Sürekli ağzına attığı leblebi parçalarıyla İstanbul trafiğini kısım-kısım yuttuğu fantazmasına kapılan şoförle Lacan'ın sponsorluğunu üstlendiği dikiz aynasından göz göze gelmemeye özen gösterdim ve tam Freud'un kitabında geçen Yahudi fıkralarıyla Nasreddin'in Akşehir takıntısı arasındaki nükteli bağlantıyı yakalayacakken Haydarpaşa Numune'de buldum kendimi.

Acile girer girmez karşıma çıkan ilk doktora kafamı dikmesi gerektiğini, aksi taktirde Türkiye'deki sürrealist soykırımından tek başına sorumlu olacağını söyledim. Doktorun sol gözü, mucizevi bir biçimde diğerine göre daha sarkıktı. Bu korkunç anatomik değerin bende yarattığı görsel etkiden güç alarak ona, Bunuel'in asimetrik yüz tipolojisine sahip olduğunu -Bunuel'in sağ gözü diğerine göre sarkıktır- dolayısıyla sinema zekasının muhtemelen Michael Bay ile geç dönem Luc Besson arası bir yerde kaldığını ve son çözümlemede eğer kafamda herhangi bir dikiş hatası olursa onu terziler odasına şikayet edeceğimi söyledim. Tehditlerime aldırış etmeyen doktor, ağzında sigarası ve mırıldandığı bilmem hangi yöreye ait türküsüyle kafamı dikmeye başladı. O an, işini daha düzgün yapmasına yardım edeceği inancıyla kendisine bir anekdot sunma ihtiyacı duydum. Salvador Dali ile ilgiliydi anekdot; onun 1969 yılında Paris'te görüntülendiği bir fotoğraf ile...

"Doktor", dedim. "Dali'nin metro çıkışında görüntülendiği fotoğrafı bilir misin? O fotoğrafta kendisi, sağ eliyle katolik-Catalan bastonunu ve sol eliyle bir karıncayiyeni zapteder." Sustu türküsü doktorun. Üflediği sigarasının dumanı yumuşattı dikiş yerlerimi... Devam ettim: "O karıncayiyen, temsilden de öte, André Breton'un kendisidir. Dali, Breton'un ölümünden 3 yıl sonra dahi onun ruhunu ve adını gezdirir Paris sokaklarında."

Söylediklerimi iplemeyen doktor, kafamdan sarkan ipliğin ucunu, öğle yemeğinden arta kalan bir tabldot iştahıyla dişleyerek kopardı. "Dali'nin tasmaya vurduğu karıncayiyen" diye devam ettim ısrarla, "Breton'dan da öte, kafamdaki yeni yetme dikişin ucundaki zavallı çocukluğumdur."

Hayli zorlama olduğu her halinden belli bu analitik yaklaşım, sanat tarihini, devrim tarihini, kişisel tarihimi ya da tarihin kendisini değil belki ama fetüs kokan kekeme bir hastanede, müzik kutusu olarak görev yapmakta olan dikiş-doktorunun türkü sıralamasını değiştirdi.

Sıradaki şarkı, sırasıyla Dali'ye, Breton'a, bana ve 40 yıldır ateşler içinde yanan çocukluğuma geldi.

1 yorum:

  1. "Ne yapalım dostum" diye yanıt verdi. "Bayağı bir tüccar haline gelen Dali'den ayrıldık. Şimdi de Max aynı yolda!"
    Bir süre sessizlikten sonra devam etti, yüzünü derin hüzün kaplamıştı.
    "Bunu kabullenmek çok acı sevgili Luis, ama skandal yok artık!... "
    Öldüğü zaman Paris'teydim mezarlığa gittim. Kırk yıldır görmediğim insanlarla konuşmak zorunda kalmamak ve tanınmamak için kılığımı değiştirip gözüme gözlük, şapka taktım ve bir kenarda durdum.
    Her şey sessizlik içinde olup bitti. Sonra herkes işine döndü. Orada kimsenin, bir anlamda veda olabilecek birkaç sözcük söylemediğine gerçekten çok üzülmüştüm.*

    Tabii ki bu fotoğraf, Breton'un cenazesinde söylenmeyen bir veda değil ama bunu böyle görmek istemek fazlaca melodramik ve/ya biraz overinterpretation olsa da kulağa hoş geldiğini belirtmeliyim.

    * Son Nefesim, Luis Bunuel.

    PS. Sıradaki şarkı: https://www.youtube.com/watch?v=2aRWBHEIzNA

    YanıtlaSil